Bazı insanlar, nehir kenarında oturmak için doğmuştur.
Bazıları üzerilerine yıldırım düşmesi için.
Bazıları iyi bir müzik kulağına sahip olmak için.
Bazıları sanatçı olmak için.
Bazıları yüzücü olmak için.
Bazıları düğmeci olmak için.
Bazıları, Shakspeare okumak için, bazıları de anne olmak için.
Ve bazı insanlarda... Dans etmek için.
İşlerin gidişatına göre delirebilirsin.
...ama sona geldiğinde...
...her şeyi bırakmalısın.
Ünlü Amerikalı yazar Francis Scott Fitzgerald'ın 1922 yılında yazmış olduğu kısa öykü, yönetmen David Fincher tarafından sinemaya uyarlanıyor. Amerika'da 19 Aralık 2008'de gösterime girmesi beklenen filmin senaryosu ise, Forrest Gump (2004), Ali (2001), Munich (2001) gibi filmlerin de senaryolarını yazmış olan Eric Roth'a ait.
Film, seksen yaşında doğan ve geriye doğru yaşlanan Benjamin Button adlı bir adamın I. Dünya savaşı sırasında başlayıp 21. yüzyıla kadar devam eden -ve büyük ihtimalle burada da biten- olağanüstü ve zorlu yaşam öyküsünü anlatıyor.
Zaman Benjamin Button için tersten akmaktadır yani zaman geçtikçe herkes yaşlanırken O gençleşmektedir, elbette yalnızca dış görünüşü, 50 yaşına geldiğinde ise 30 yaşında bir kadına âşık olmasıyla hayatı daha da ilginç hale gelmeye başlar...
Düşünsenize, hayatınızda en deneyimli olduğunuz anlar, düşünce ve deneyim olarak en zirvede olduğunuz anlar, yani 40 ve 50li yaşlar içerisinde iken, fiziksel olarak ta doruktasınız. Tüm bilgi ve birikiminizi keyfinizce kullanabilme lüksüne sahipsiniz. Peki, ama gerçekten bu durum sizin için böyle olsaydı, düşündüğünüz kadar keyifli bir sonuca ulaşabilecek miydiniz? Zaman ilerledikçe hayat sizin için daha keyifli bir oyun bahçesine dönebilecek miydi? İşte bu film gerçek bir hayat gibi tersten yaşanan, üstelik dolu dolu yaşanan bir adamın hikayesini konu alıyor.
Yıllar önce Can Dündar’ın bir hikâyesinde okuduğum ve çok keyif aldığım hayatı tersten yaşamak konusu Hollywood tarafından farklı bir yaklaşımla inceleniyor bu filmde. Bir drama konsepti içinde geçen hayat öyküsünde Benjamin Button’u canlandıran Brad Pitt oyunculuğunu keyifli bir şekilde izletmesini biliyor. Hayatın akışını tersten yaşamak zorunda kalan bir adamın hayatı anlama çabası, sıra dışı durumu yüzünden çok zor olsa da her şeye rağmen yaşamasını başarıyor. Hep eksik bir şeyler olmasına rağmen, tersten yaşanan hayatına pek çok dostluğu ve doyumsuz bir aşkı sığdırmakla kalmıyor, bir evlat sahibi olmayı başarıp, kendisinin mutluluğu kadar çevresinde mutlu olabilmesi için elinden geleni yapıyor.
Film sırasında ise, özellikle kamera geçişleri ve kurguların bağlanması tam bir görsel keyfe dönüştürülmüş. Bence keyifle ve sıkılmadan izlenmesi gereken filmler arasında yerini almalı.
Hastane odasında ölüm döşeğindeki kadının; kızından bir günlüğü okumasını istemesi ile başlıyor film. Kızına bir şeyler anlatmak istemektedir belikli ve bu günlük anlatmak istediklerinin anahtarı gibidir. Annesinin son isteğini kırmak istemeyen kız okumaya başlar.
Bir düşünün 80 yaşında, ölümün sınırında doğduğunuzu hayal edin. Vücudunuz iflas etmek üzere, her şey ve herkes size yabancı, istekler ve yaşanacaklar bitmiş gibi boş bir hayata uyanıyorsunuz. Üstelik daha yaşadığınız hiçbir şey yok.
Benjamin hayata böylesi bir şekilde birinci dünya savaşının bitiminin kutlandığı bir gecede geliyor. Ona da söylendiği gibi, doğmak için güzel bir gece seçmişti kendisine. Zorlu bir doğum olmuştu gecenin tüm güzelliğine rağmen. Annesini doğum sırasında kaybetmesi dertlerinin en küçüğü gibi görünmekteydi aslında. 80 yaşında iflas eden bir vücuda hapsolmuş genç bir ruhu vardı fakat babası, karısının ölümüne neden olan Benjamin’in lanetlenmiş gibi görünen bedenini görmeye dayanamayacağını fark edince Benjamin ölmek üzere olan yaşlıların olduğu bir eve terk edildi. Kendisini inceleyen doktorun, bir biri ardına koyduğu yaşlılık ve ölüm belirtilerinden sonra ölümü dost kabul eden ve onu bekleyen yaşlılar tarafından “klübe hoş geldin” nidalarıyla karşılanıp kendisine bitmişlikte bir ev bulmuştu. Fakat bu bir bitiş değil bir başlangıç olmuştu aslında onun için.
Zaman ilerlemeye ve Benjamin büyümeye başladıkça yürüyemez haldeki yaşlı bedeninden kurtulup koltuk değneklerine geçmiş, yaşlı insanların arasında yaşadığından dışarıdaki hayatı merak etmesine rağmen içinde bulunduğu durumu yadırgamadan herkesi kendisi gibi zannetmiştir. Zamanla dış dünyaya açıldıkça çocuk ruhu ve yaşlı bedeni ile insanlarla tanışmaya başlayıp, hayatın kendisini öğrenmeye başlamıştır. Tam o sırada 6 yaşında adı Daisy olan bir kızla tanışır ve ona karşı bir şeyler hissettiğini fark eder ama aynı yaşlarda olmalarına rağmen görünenin farklılığı hayatın ağır yükü ile ve tabii ki Daisy’nin büyük annesinin baskısı ile aralarında oluşan bağın ne olduğunu anlayamadan hayatına devam eder Benjamin.
Kaptan Mark Klark ile tanıştığında limanda kendisine yedi kere yıldırım çarptığını anlatan adamla sohbet etmektedir. Ve kaptanla tanışması ile beraber hayatı değişmeye başlamıştır Benjamin’in. Kaptanın gemisinde yaşlı bir adam olarak çalışmaya başlamış, her ne kadar çıkarcı gibi görünse de iyi bir adam olan kaptandan hayatı öğrenmeye başlamış, ilk kez içki içmiş, ilk kez bir kadınla beraber olmuştur. Yaşadığı şehirden uzaklaşma ihtiyacı ile kaptanla ülkeler arası gezmeye başlamış ve ne kadar acıda olsa gönüllü olarak askere katılmış ve kaptanla beraber pek çok sevdiği insanın ölümüne şahit olmuştur.
Asker dönüşü saçları çıkmış olmasına, yüzündeki kırışıklıkları azalmış olmasına ve gözlüksüz görebilmesine rağmen 60 yaşlarında görünen Benjamin gerçek anlamda büyümüş ve hayatı anlamaya başlamıştır.
Kendisini bulma ve hayatı anlama yönünde giderken Daisy ile tekrar karşılaştıklarında ona ne kadar âşık olduğunu fark eder ve aslında ne kadar farklı olduklarını görür. Kesişen yolları tekrar ayrıldığı sırada kendisini bir merdiven basamağında 18 dolar ile terk eden babası ile tanışır. Önce kabul edemese de hümanist yanı ve farklı yapısı ile babasını sahiplenir. Ölmeden önce ruhunun rahatlamasını sağlayarak kendisi için en doğrusuna ulaşmasını bilir.
Kendi halinde ilerlerlerken zaman kader öylesine güçlü örer ki ağlarını, bir gün Fransa’da bir hastanede Daisy’nin yanında bulur kendini Benjamin. Daisy bir kaza geçirmiş ve dans hayatı bitmiş, artık eski güçlü Daisy değil bacağı kırık, özgüvenini yitirmiş bir Daisy vardır artık Benjamin’in karşısında. Sonunda yaşları birbirine yaklaşan çift beklenen büyük aşklarını yaşamaya başlarlar. Doyasıya yaşanan keyifli ama hafif ürkek bir aşkın seyrini izlemeye başlarız bir anda.
Sonunda çok özel bir haber gelir Daisy’den, bebek beklemektedir. Benjamin mutlulukla kocaman bir hüzün arasında kalmış, aklı karışmıştır. Ya ben gibi olursa sorusunu sorduğunda, gerçek aşkın cevabı gelir, o zaman daha çok seveceğiz onu. Zaman ilerler ve sonunda sağlıklı bir kız çocukları olur çiftin. Bu güzel bir haber olmasına rağmen Benjamin’in kafasındaki soru işaretleri artık onu iyice kemirmeye ve bir karar almaya zorlamaktadır. Kızı normal bir hayat sürecek, çocuk olarak başladığı hayatını ilerleyen bir zamanda yaşlı bir insan olarak bitirecektir. İlerleyen yaşlarında ise öyle bir zaman gelecek ki babalık yaptığı kızı, kendisine annelik yapmak zorunda kalacaktı. Bencilce görünse de verebileceği tek karar olduğuna inandığı şeyi yapar Benjamin. Kızına bir baba gerekmektedir, normal bir baba. Kızının geleceğini sağlamak için elindeki tüm mal varlığını satar, elinde sadece bir motor kalır ve kızının kendisini hatırlayabileceği yaşa gelmeden önce çok sevdiği karısının ve çocuğunun yanından da sessiz sedasız ayrılır.
Ve bir gün artık küçük bir çocuk haline geldiğinde, hayat Daisy ile yollarını tekrar kesiştirir. Bunama emareleri geçirdiği sıralarda polis tarafından bulunan Benjamin, 10lu yaşlarında sevdiği insanın çocuğu olarak onun yanında yaşamaya başlar ve ölene kadar onun çocuğu olarak yaşar.
Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir. Şüphesiz ki yaşamı tersten yasamak daha güzel hatta mükemmel olurdu. Nasıl mı?
Cami’de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette. Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır. Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...
Altmışlı yaslara kadar her şey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve ise ilk başladığınız gün size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz. Ve genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak ise başlıyorsunuz. Herkes karşınızda el pençe divan duruyor.
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade...
Aman ne güzel günler başlıyor... Derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada babanız ortaya çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artik eve don, isi bırak, okumaya basla, harcılığın benden olsun..." keyfe bakar mısınız? Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor ekmek elden su golden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artik... Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, "evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" diyorlar... Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size sut verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze seklinde hazır. Bir gün karanlık ilik ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyorsunuz.
Sıcacık yumuşacık gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz. Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz. Ve günün birinde müthiş keyifli bir sevişmeyle hayatınız bitiyor...